merhaba 🤍 yorumlarınızı çok merak ediyorum. keyifli okumalar.
bölüm 2 - dünyadan saklanmak
Çok fazla merdiven vardı. Epey fazla adım attık. Sarı aydınlatmalar da yetersiz olduğundan uzun ve dar merdivenler insanı bunaltıyordu. Ayrıca gıcırdayan tahta basamaklar her an tuhaf şeylerin olduğu bir filmin içindeymişim gibi hissettiriyordu. Her yeni katta dairelerin kapılarında yazan isimlerden bazılarını okudum. Sokaktan kurtulmuş olmanın ve tam şu an tanımadığım bir adamın evine giden merdivenleri çıkıyor olmamın aynı anda hissettirdikleri bende tuhaf bir ikilem yaratıyordu. On dokuz yaşındayken Serdar’ın evine girdiğim ilk anı anımsadım. Bina girişi buranın aksine bembeyaz, rahatsız edici florasan lambalarla aydınlatılmıştı. Merdivenler geniş ve mermerdendi. Yeni ve temiz bir apartmanın girişi beni karşıladığında orada tam tersi bir hayata sahip olacağımı bilmiyordum. Şimdi burada, geçmiştekinin tam tersi bir evde yine hiçbir şey bilmeden olacakları bekliyordum.
Yorulmaya başladığımda göz ucuyla Tarık’a baktım. Kısa kumral saçlarıyla bir askeri andırıyordu. Yapılı bir vücudu vardı ama aşırı kaslı değildi. Beyaz sayılacak bir teni vardı. Kaşları sürekli böyle çatık mıydı bilmiyorum ama bu gece kesinlikle sert bir çehreye sahipti. “Asansöre neden binmedik?”
“Çalışmıyor.” dedi sadece. Ben de başka bir şey sormadım. Son kata çıktığımızda nefes nefese kalmıştım. Tarık, cebinden anahtarı çıkarıp kapıyı açtı. Açtı demek pek doğru olmaz. Kapıyla küçük bir savaş verdi demeliydim. Sıkışan kapıyı ittirerek güç bela açtı ve bana geçmem için eliyle yol gösterdi.
Tam şimdi saatler önce hissettiğim endişenin yeniden bedenimi ziyaret etmeye başladığını hissediyordum. Korkuyordum. Tanımadığım bir adamdan yardım isterken düşündüğüm tek şey kaçıp saklanmaktı. Aslında bu ev, dünyadan saklanmak için oldukça ideal bir yerdi. Fakat içimdeki çocuk geçmiş yaşantılarımın bende bıraktığı tanıdık hislerle karşılaşınca ansızın ürktü. Tedirginlikle içeri girerken kapı eşiğinde ayakkabılarımı çıkardım. O ise yerden ikimizin de ayakkabısını alıp kapıyı yine zorlayarak kapattı ve ayakkabıları hemen girişteki ayakkabılığın içine koydu. Anahtarı da ayakkabılığın üstündeki cam kasenin içine bıraktı. Gözleri bana değdiğinde daha da gerildim. Ayakkabılarımı çıkardığım yerde suçlu bir çocuk gibi duruyordum. Bakışları üstümde gezindi. “İçeri geç, üşümedin mi böyle?” dedi. Üzerimde pek de kalın bir şey olmadığını yeni farkına varmış gibiydi. O sırada olduğumuz dar koridorun ışığını açtı. Çekingen adımlarla holü geçip salona girdim. Gözlerim ışığı yakmak için etrafı tararken odanın içi aydınlandı. Salon çok büyük değildi. Krem rengi bir kanepe ve köşede tekli bir koltuk vardı. Köşede şu an yanmayan bir abajur duruyordu. Tekli koltuğun arkasındaki duvarda küçük bir kitaplık vardı. Rafları öyle doluydu ki ince kitaplar sıkıştırıldıkları yerlere sığmadığından büyük kısımları dışarıda kalıyordu. Ortada dikdörtgen, koyu yeşil desenli bir halı seriliydi. Üzerinde küçük bir orta sehpa, sehpada yarısı dolu bir kahve bardağı duruyordu. Gözüm saate takıldı. Gece yarısını çoktan geçmişti. 01.22.
Odayı incelemem bittiğinde yanımda üstümdeki kıyafetler dışında hiçbir şey olmadığını farkına vardım. Zambaklar da arabanın arka koltuğunda kalmıştı. Kollarımdaki taze tırnak izleri de sızlayıp duruyordu. Üşümüştüm, korkuyordum ve birkaç saat önce birinin ölmesine neden olmuştum. Düşünceler bulutu içindeyken omzuma dokunan elle çığlık atarak yerimde sıçradım. Tarık iki elini de teslim olur gibi havaya kaldırarak uzaklaştı. “Sakin! Sakin ol. Seslendim, duymadın. Bir şey yok.”
Birkaç adım gerileyerek kanepeye oturdum. Bu gece yaşadıklarımın yükünü daha fazla taşıyamıyordum. Ağlamaya başlamam kaçınılmaz oldu. Tarık şaşkın gözlerle beni izliyordu. “Bir şey yapmayacaktım.” diye kendini açıklamaya devam etti fakat ağlama sebebimin onunla bir ilgisi yoktu. Uzun bir süre ağladım. Belki bir saat o koltukta sızlanıp durdum. Tarık o süre zarfında birkaç defa yanımdan ayrıldı. Gözden kaybolduğu kısa anların dönüşünde bana temiz kıyafetler, yatmam için temiz battaniye, çarşaf ve yastık getirdi.
Ağlama krizimin sonuna geldiğimi anladığında başını kaldırıp bana baktı. Yüzünde akşamın ilk saatlerine nazaran daha sakin bir ifade vardı. Belki zor durumda olduğuma gerçekten ikna olmuştu. Belki de ona güven vermeyi başarmıştım fakat sakin ve düz bakışlarından düşüncelerini çözmek zordu. Üstelik şimdi oldukça kötü ve karışıktım. Normalde olduğundan daha az sağlıklı düşünüyor ve olayları algılamakta zorlanıyordum. Üstelik epey açtım. Bir şeyler yemem için teklif etmesini beklemekten başka çarem yoktu.
“İyi misin?” dediğinde burnumu çekip başımı salladım.
“Sıcak bir şeyler içmek ister misin?” dediğinde neden bana karşı bu kadar iyi olduğunu düşünüyordum.
“Su içebilirim.” dedim kısık bir sesle. Çıkan sesten memnun olmayıp boğazımı temizledim. Bu kadar aciz görünmemeliydim.
Tarık kalkıp su getirdiğinde daha tok bir sesle teşekkür ettim. Ardından yemek hazırlayacağını -neyse ki- ve istersem duşa girebileceğimi söyledi. Bunu yapmayacağımı o da biliyormuş gibi üstelemeden mutfağa gitti. Kanepeye uzanıp cenin pozisyonunu aldım. Ev sıcaktı ama dışarıda üşüdüğüm için, hem de gerginlikten olmalı ki titriyordum. Bu durumda az önceki ağlama krizimin de payı vardı elbet. Ayağımın dibindeki battaniyeyi gelişigüzel üzerime çektim. Gözlerim kapanmak için direniyordu ama bir yabancının evinde uyumak gibi bir niyetim yoktu. Biraz ısınsam ve bir şeyler yesem kendime geleceğimi düşünüyordum.
Serdar’ın yüzü gözümün önüne gelince istemsizce irkildim. Ağlamıyordum ama içimde korkunç bir karmaşa vardı. Kendime bir suçum olmadığına dair telkinler verirken bir yandan da kesinlikle katil olduğumu düşünen iç sesimle cebelleşiyordum. Göz kapaklarım ağır bir yükün altında ezilir gibi kapanıyorlardı. Üstelik çok fazla üşüyordum. Mutfaktaki tabak çatal sesleri birer uğultuya dönüşmeye başladığında uyumamak için direniyordum ama başarılı olamadığımı gecenin bir yarısı berbat bir kabusla çığlık çığlığa uyandığımda anladım.
Tarık başımda karabasan gibi dikilirken aslında pek de yardımcı olmuyordu. Çok hızlı nefes alıp veriyor ve gördüğüm şeyin bir kabus olduğuna kendimi inandırmaya çalışıyordum. Üzerimdeki battaniyeyi almaya çalıştığında daha sıkı sarıldım çünkü uyumadan önceki halimden daha fazla üşüyordum.
“Bırak şunu! Hala biraz ateşin var.” Hali tavrı o kadar tersti ki istemsizce battaniyeyi bıraktım. Kendi kendine söylenerek sehpada duran bezi alnıma yasladı. Islak ve soğuk bez irkilmeme sebep olsa da ses çıkarmadım. “Geri yat. Şu bezi de başına tut.” Dediğini sorgusuzca yaptım. Azarlanan bir çocuk gibi sessizce duruyor ve olanlara anlam vermeye çalışıyordum. Bu bezi ne ara getirmişti? Saate baktım. Neredeyse gün doğacaktı.
“Ne görüyordun?” diye sordu. Meraklı bakışları yüzümde dolanıyordu. Odadaki abajur şimdi yanıyordu.
“Hiç...” dedim kısık bir sesle. “Su verir misin?”
Tarık sehpanın üzerinde duran cam şişedeki suyu bardağa doldurdu. O sırada onu inceliyordum. Üzerinde kısa kollu beyaz bir tişört ve siyah eşofman altı vardı. Uykusuz görünüyordu. Suyu bana uzatıp koltuğun kenarına, hemen yanıma oturdu. Bacaklarımı biraz geri çekerek ona yer açtım.
“Çok fazla kabus gördün.” dedi. Hayal meyal hatırlıyordum fakat çok net değildi. “Hatırlamıyorum.” diyebildim. Tüm gece başımda mı beklemişti? “Seni de uyandırdım galiba.” dedim ağzını aramak için fakat cevap vermedi.
Alnımdaki bezi alıp getirdiği küçük su dolu leğene batırırken. Bu görüntü bana acayip ilginç geldi. Hatta bezin fazla suyunu sıktığı anı görmek beni güldürdü. Ben gülünce bana baktı. “Ne oldu? Hayırdır?” dedi yarım ağız gülerek. Gülmeme şaşırmıştı.
“Hiç, sadece garip geldi.” dedim gülümseyerek. Sonra gülüşüm soldu. Sadece bir anlığına içinde olduğum durumu unutmuştum.
“Yine ne oldu? Bir saniye önce gülüyordun?” dedi yumuşak bir sesle. Bezi alnıma geri koydu. Az önce ayaklarımın dibine attığı battaniyeyi yeniden üzerime çektim fakat bu onun dikkatinden kaçmadı. Benden bıkmış gibi oflayarak battaniyeyi çekip yere attı.
“Hastaneye gitmek istemezsin diye düşündüm. Malum...” Konuşmadan önce birkaç saniye duraksadı. Başını çevirse de göz devirdiğini görmüştüm. “Peşindeki gizemli canavarlar falan...” diye ekledi. Ses tonu alay eder gibiydi. Sanırım akşamın gerginliğini üzerinden atmayı başarmıştı. Bu tavrı yüzümün daha çok düşmesine sebep oldu.
“Ellerine ne oldu?” diye sorduğumda alaylı tavrı bir anda değişmişti. Amacım da buydu zaten. Hissettiğim en küçük alay içimdeki kötü ve sinir bozucu kızı ortaya çıkarabiliyordu. Ezilmeye, alay edilmeye ve küçük görülmeye katlanamıyordum. Böyle zamanlarda sanki içimde bir ateş yanıyordu.
“Sen kendine gelmişsin, belli.” dedi. Ardından alnımdaki bezi çekip aldı. Leğenle birlikte bezi de içeri götürmek için kalktığında odadan çıkmasına izin vermeden, “Yanık izi değil mi onlar? Ne zaman oldu?” diye sordum.
Abajurun sarı ışığı Tarık’ın sol profilini aydınlatıyordu. Hava hafifçe aydınlanmaya başlasa da salon hala karanlık sayılırdı. Buna rağmen Tarık’ın bakışlarının etkisini hissediyordum. Sorularım onun geçmişindeki bir şeyleri eşelemişti, farkındaydım. Verdiğim rahatsızlıktan en başta memnun olsam da beni evine almış ve ateşimi düşürmek için bir anne merhametiyle yaklaşmış olan bu adama karşı haksızlık ettiğimi düşündüm. “Özür dilerim, özel bir konu sanırım.”
Tarık cevap vermemeyi seçerek salondan çıktı. Yavaşça kalkarak oturur pozisyona geldim. Biraz başım ağrıyordu. O sırada midem guruldadı. Hala hiçbir şey yememiştim.
Tarık salona girdiğinde battaniyeyi yerden kaldırıp katladı ve koltuğun üzerine koydu. Çok ciddi ve düzenli biri olduğunu düşünmeye başlamıştım. Çekinsem de daha fazla açlığa dayanamayacağımı hissettiğimden, “Varsa eğer bir şeyler yiyebilir miyim?” diye sordum. Başını olumlu anlamda salladı. “Yersin. Mutfakta makarna var. Dolapta da kahvaltılık bir şeyler bulabilirsin. İstersen tost yap, makine tezgahın üstünde. Kahve içmek istersen buzdolabının yanındaki dolaptaki kavanozda. Cezve var sadece.” Durdu ve bana baktı. “Kısacası ne yaparsan yap ama bir daha beni uyandırma, lütfen. Uyuyacağım.” dedi ve salondan çıktı. Hangi odaya girdiğini görmesem de kapının kapanma sesini ve kilidi çevirdiğini duydum. Anlaşılan o da bana en az benim ona güvenmediğim kadar çok güvenmiyordu.
Yemek yemek için salondan çıktığımda beni tertemiz bir mutfak karşıladı. Onun bu kadar titiz olması garipti diyemeyeceğim çünkü onu tanımıyordum fakat düşününce zaten dağınık bir adam gibi de durmuyordu. Pencerenin yanında küçük bir masa vardı. İki kişinin oturabileceği kadardı. Ocaktaki tencerelere göz attım. Mercimek çorbası ve makarna vardı. Çorbayı ısıtıp büyük bir kase içtim. Sonra dolapta fıstık ezmesi buldum, biraz da ondan yedim. Biraz daha yüzsüzleşerek kendime bir Türk kahvesi yaptım ve aspiratör ışığında doğan güneşin aydınlattığı şehri izleyerek bir süre oturdum. Ev sıcacıktı. Hem de daha iyi olduğumdan artık üşümüyordum. Üstelik öyle güzel ışık alıyordu ki insanın -bu şartlarda ne kadar mümkünse- içi açılıyordu.
Salona geri döndüğümde ateşimin tamamen düştüğünü düşünüyordum fakat lavaboya bir süre daha gitmezsem bu sebeple ölebilirdim. Aklımdan geçen ölüm kelimesiyle irkilip bu düşünceyi zihnimden uzaklaştırmaya çalıştım.
Hole çıktığımda mutfak hariç iki kapı daha vardı. Biri Tarık’ın odası, diğeri de lavabo olmalıydı. Yakın olan kapıya yaklaşıp kulağımı dayadım. Herhangi bir ses yoktu. Yüzde elli şansım vardı ve bu hayatta artık şu yaşadıklarımdan daha kötü bir şey gelemezdi başıma diye düşündüm. Kapı kolunu indirdim. Küçük ama temiz bir lavaboyla karşılaştım. Gürültü çıkarmamaya özen göstererek kapıyı kapattım ve kilitledim.
Lavabodan çıkmadan önce ellerimi yıkarken aynadaki yansımamı görmek yaşadıklarımı tek tek gözümün önüne getirdi. Sürekli ertelediğim, düşünmekten kaçtığım anlar gözümün önünden akarken gözlerim doldu.
Ben ne yapmıştım ve asıl bundan sonra ne yapacaktım?
*
İnsan büyük bir yanlış yapınca diğer yanlışlar kişinin gözünde küçülüyor muydu yoksa ben Tarık uyurken onun evini karıştırıyor olmamı meşru mu kılmaya çalışıyordum? Merakımın sebebi kitaplıkta bulduğum Uğultulu Tepeler kitabının arasından bulduğum bir çocukluk fotoğrafıydı. Fotoğrafta Tarık olduğunu düşündüğüm altı yedi yaşlarında bir çocuk kucağında bir bebek tutuyordu. Eğer bu kişi Tarık ise küçük kardeşini sevgiyle sarmalayan bir abi gibiydi fotoğrafta. Gülümseyip fotoğrafın arkasını çevirdim. Güzel bir el yazısıyla bir cümle yazılmıştı.
Dünya bir cehennemse eğer ellerim kül olsa bile seni daima koruyacağım.
Fotoğrafı uzun uzun inceledikten sonra aldığım yere geri koydum fakat etrafım bir anda Tarık’ın dünyasına dair duyduğum bir merakla sarıldı. Ellerindeki yanık izlerini hatırladım. Fotoğrafın arkasında yazılı olan cümleyle bir alakası olabilir miydi?
Düşüncelerimi bölen şey Tarık’ın kapısının açılma sesiydi. Fotoğrafı ve kitabı hızlıca yerine koydum.
“Ne yapıyorsun?”
Salonun giriş kapısına omzunu yaslamış bir şekilde uykulu gözlerle bana bakıyordu.
“Uyandırdım mı?”
“Yok, geç otur.” Tekli koltuğa geçip oturdu.Yanında duran ve hava aydınlanmasına rağmen kapatmadığım abajuru da kapattı. Tedirgin adımlarla karşısındaki kanepeye oturdum. Şu an sorma ihtimali olan her soru için beynim alarma geçmiş bir şekilde cevap üretiyordu. Dün gece söylediğim şeyleri düşündüm. Tutarlı laflar etmem gerekirdi.
“Ferda, kendine geldiğine göre artık doğru düzgün konuşmak istiyorum.”
“Olur, konuşalım.”
“Kahve mi içtin sen?” diye ansızın sorduğunda şaşırdım.
“Bunu mu konuşacaktık?” Bu dediğime hafifçe güldü. “Ev kahve kokuyor da... Her neyse.” Oturduğu yerde bacak bacak üstüne atıp ayılmak ister gibi yüzünü sıvazladı.
“Ferda, belli ki başın dertte. Sana yardım edebilirim ama bana dürüst olman gerekiyor.”
“Bana nasıl yardım edeceksin?
“Avukatım ben.” dediğinde zihnimdeki tehlike çanları çalmaya başladı. Bana yardım etmeyecekti. Ben bir katildim ve beni bu durumda hiçbir avukat kurtaramazdı.
“Benim param yok.” dedim.
“Sıkıntı yok.” dedi sakince. “Tanımadığın bir adamdan yardım isteyecek kadar zor durumdasın ama ağzını bıçak açmıyor Ferda. Bu şekilde sana yardım edemem. Bir gece dedin. Gece bitti. Şimdi ya anlat, sana yardım edeyim ya da...” eliyle kapıyı işaret etti. “Kendi başının çaresine bakarsın.”
“Bana yardım edemeyeceğin bir şeyler varsa eğer... o zaman ne olacak?”
“Bir yolunu bulurum.”
Başımı iki yana sallayıp kanepede arkama yaslandım. “Bulamazsın.”
“Bulurum.” dedi inatla. “Her zaman buldum.“
devam edecek…
tarık uygar'ın kitaplığı.
Ugultulu Tepeler favori klasiğimdir, adının geçtiğini görünce daha çok hoşuma gitti hikaye. eline sağlık, devamı bekleniliyor 🤍🧚🏻♀️
Ayyy Allahımmm, hikaye o kadar güzel ilerliyor kiiii, çok heyecanlı bir yerde bitti.. en çok o uğultulu tepeler’den çıkan fotograf kısmını beğendim sanırım o fotoğrafın arkasındaki yazının arkasından ne çıkacak ay meraktan bayıılıcammmmm